top of page

Hristiyanlığın Doğuşu ve Gelişimi

Hıristiyanlığın Ortaya Çıkış Tarihi

 

Gerek “Yahudilik” gerekse “Hıristiyanlık” genellikle bilinen şekille­riyle asıl doğdukları tarihten çok sonra ortaya çıkmışlardır. Yahudilik bu­günkü bilinen şekli, dinî inanç, hususiyet, ibadet tarzları merasim ve Şeri­atlarıyla M.Ö. 300-400’da doğmuştur. Aynı şekilde Hıristiyanlık da, Hz. Îsa’dan sonra bugünkü şeklini almıştır.

Şimdi asıl üzerinde durulması gereken nokta şudur: Gerek Yahudi, gerekse Hıristiyanlar, doğru ve gerçek dinin kendilerininki olduğunu bu dinleri kabul etmemiş olanların hidâyetli ve imanlı olmadığını kabul eder­ler. Bir an için bunun böyle olduğunu kabul edelim. Fakat böyle olunca ortaya önemli bir soru çıkmaktadır: Madem ki doğru yol Yahudilik veya Hıristiyanlıktır, o zaman Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önceki bütün dinler ve peygamberleri de yok saymalıyız. Geçmişteki bütün peygamberlerin maa­zallah yalancı ve sahtekâr olduğunu kabul etmeliyiz. Bilindiği üzere, Hz. İbrahim ve diğer pek çok güzide peygamber, sâlih ve dindar kişiler, adı geçen iki dinden yüzyıllar önce doğmuşlardı ve bunların Yahudiler de, Hıristiyanlar da hidâyetli, imanlı ve doğru yolda olan kişiler olduğuna ina­nırlar. Demek ki, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar bunların yalancı ve sahtekâr olduğunu söylemiyorlar. Böylece kendi kendilerini yalanlıyor ve çelişkiye düşüyorlar. Ya söyledikleri ilk söz doğrudur ve adı geçen peygamberler sahtedir, ya da bu peygamberler doğru ve gerçektirler ve kendi­leri yalan ve sahtedirler. Aynı noktadan hareketle, Yahudilik ve Hıristiyan­lık olmaksızın geçmiş peygamberlerin hidayet buldukları ve başkalarını doğru yola sevk ettikleri söylenebilir. O halde, Yahudilik ve Hıristiyanlık’tan önce de sonra da insanların hidâyet bulmaları mümkündür. Bu hidâyet aslında Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi kısır dinî çekişmeden do­ğan din ve mezheplerde değil, evrensel ve ebedî bir gerçekte saklıdır.

Zâten Yahudiler ile Hıristiyanların mukaddes kitaplarında, Hz. İbrahim (a.s.)’in tek Allah’tan başka kimseyi ilâh olarak kabul etmediği, kimseye tapmadığı, itaat ve kulluk etmediği açık açık belirtilmiştir. Hz. İbrahim’in en büyük görevi, Allah’a ortak koşulmasına şiddetle karşı koymaktı.

Bundan çıkan netice şudur: Gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlık, ecdâdlarının en büyüğü olarak saydıkları Hz. İbrahim ve O’nun Tevhid’e dayalı Hak dininden caymış ve yanlış yola sapmışlardır, zira ikisi de şirke açık kapı bırakmış, hatta bunu temel inançları arasına sokmuş ve fiilen tatbik etmişlerdir.

 

 Hıristiyanların, Hz. Îsa’yı Tanrı İlân Etmeleri

   

Hıristiyanlar, dünyaya çıkışlarının ilk döneminde Hz.Îsa’nın şahsiyeti­ne insanlık ve tanrılık ile ilgili bazı sıfatları öylesine karıştırdılar ki, Hz. Îsa’nın şahsiyeti ve varlığı bir muamma oluverdi. Hıristiyan din adamları lâf kalabalığı ve gevezelikle meseleyi ne kadar çok halletmeye çalıştılarsa o kadar karmaşık bir hal aldı. Hıristiyan ulemadan bazıları, Hz. Îsa’nın in­sanlık haline ağırlık verdiler ve kendisinin Allah’ın oğlu ve üç daimî tanrı­dan biri olduğuna karar verdiler. Hz. Îsa’nın karmaşık kişiliğinde ulûhiyet ve tanrılık sıfatlarının fazla olduğunu zannedenler, kendisinin insan şek­linde bir tanrı olduğunu belirttiler ve kendisine Allah diyerek diz çöktüler. Bu iki aşırı fikrin ortasında yol almaya çalışanlar ise bir takım tefsîr, te’vîl, açıklama ve tahminler ile öyle bir tez ortaya koydular ki, buna göre Hz. Îsa hem insan, hem tanrı oluverdi. Hz. Îsa’nın bu iki ayrı sıfatı, icabın­da birbirinden ayrılabilir ve birleşebilirdi.

 Hz. Îsa’nın, Allah’ın Kelimesi Olmasının Anlamı

Nisâ suresinde şöyle buyurulmuştur:

“Muhakkak, Meryem’in oğlu Îsa, Allah’ın Resûlü ve Meryem’e ilka eylediği kelimesi ve ondan, Allah tarafından bir ruhtur”. (âyet; 171)

Dikkat edilirse, burada “kelime” sözcüğü kullanılmıştır. Hz. Mer­yem’e ilka edilen veya gönderilen kelime’nin anlamı, Cenab-ı Allah’ın Meryem’in rahmine nâzil ettiği “fermân”dır. Yani, Hz. Meryem’in rahmi­ne, bir erkeğin dölünü almadığı halde, Hz. Îsa’ya gebe kalma emri veril­mişti. İlk başta, Hz. Îsa’nın babasız doğmasının sırrının bu olduğu Hıristiyanlara belirtilmişti. Fakat, Yunan felsefesinin etkisinde kalan Hıristiyan­lar, “kelime”nin anlamını “kelâm” veya “nutuk” (Logos) olarak kabul etti­ler. Daha sonra, bu kelâm ve nutuk’tan, bizzat Allah’ın konuşma özelliği anlamı çıkarıldı. Bununla yetinilmedi ve daha sonra, Allah’ın kişisel özel­liğinin, Hz. Meryem’in karnına girip Hz. Îsa’nın şeklini aldığı tahmini yapılıverdi. Böylece, Hıristiyanlarda Hz. Îsa’nın ulûhiyeti ve tanrılığı ile ilgili yanlış bir inanç ve kavram gelişmiş oldu. Hıristiyanlar bundan böyle, Ce­nab-ı Allah’ın bizzat kendisini veya ezelî vasıflarından olan kelâm ve nut­kunu, Hz. Îsa’nın fiziki varlığı ile dünyaya gösterdiğine inanmaya başladı­lar.

 

Teslis (Sülûsiyet) Akidesi

   Nisâ sûresinin 171. âyetinde Hz. Îsa (a.s.)’nın (Allah tarafından) bir Ruh olduğu söylenmiştir. Bakara sûresinde ise aynı konuya şöyle değinil­miştir:

“Biz temiz (Mukaddes) ruh ile Mesih (Îsa)’e yardım ettik.”

Her iki âyetin anlamı şudur: “Cenab-ı Allah, Hz. Îsa’ya her türlü kö­tülükten arınmış temiz bir kalp, ruh ve huy vermiştir.” Hz. Îsa’nın kalbi ve ruhu ancak Hak ve doğruluğu biliyordu ve kendisi adeta bir ahlâk ve fazi­let simgesiydi. Gayet tabii ki Hıristiyanlara da, Hz. Îsa’nın bu özelliği taşı­dığı belirtilmişti, ama onlar bunu yanlış yorumladılar ve büyük mübalağa yaptılar. Onlar, “Allah tarafından bir Rûh” ibaresini bizzat Allah’ın Ruhu (Ruhullah) ve “Ruh-ul Kuds” deyimini, yanlış yorumlayarak, “Hz. Îsa’ya hulûl etmiş olan Allah’ın mukaddes Ruhu” yapıverdiler. Halbuki, bugün dahi Matta İncili’nde şöyle bir cümle yazılıdır: “Melek ona (Yusuf Neccar’a) rüyasında göründü ve dedi ki, ‘Ey Davûd oğlu Yusuf, zevceni kendi evine getirmekten korkma, zira onun karnında ne varsa Ruh-ul Kuds (Mu­kaddes Ruh)’un kudretiyle vardır. (Bölüm I, âyet: 2). İşin aslına bakılırsa, Hıristiyanlar hem “Tevhid’e hem ‘Teslis’e inanıyorlar, İncilde yer alan Hz. Îsa’nın açık sözlerine bakılırsa, Hıristiyanlardan hiçbiri Allah’ın tek olduğu­nu inkâr edemez. Hz. Îsa çeşitli vesilelerle Allah’ın tek olduğunu ve hiçbir ortağı bulunmadığını ifade etmiş ve bu ifadeler İncil’de aynen yer almışlardır. O halde, gerçek dinin Tevhid’e dayalı olduğunu Hıristiyanlar bile inkâr edemezler. Fakat, Hıristiyanların yanılgısı, “Allah’ın kelimesi” ve “Ruhullah” gibi deyimleri yanlış yorumlamalarında saklıdır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Hıristiyan uleması, “kelime”den, Allah’ın kelâmı ve nutkunun Hz. Îsa’nın varlığında ifade bulduğunu, anladılar ve Allah’ın ru­hunun O’na duhûl ettiğini ve böylece kendisinin bir Tanrı olarak dünyaya geldiğini sandılar. Bunun içindir ki, Hıristiyanlar Hz. Îsa ve Mukaddes Ruh’un ulûhiyetini Allah’ın ulûhiyetiyle kabul etme gereğini duydular. Hıristiyanların dinî inançlarına böylesine önemli bir unsurun girmesi Tevhîd ile ilgili akide ve inançlarını olumsuz yönde etkiledi ve kendilerini   tam bir çıkmaza soktu. Onlar için en büyük mesele, Tevhîd’siz bir Teslîs   Akidesi’ni, ve Teslis’siz bir Tevhid akidesini bir arada tutmak ve denge  kurmak olarak ortaya çıktı ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Ne var ki, ortaya çıkan bu düğüm yüzyıllar geçmesine rağmen bir türlü çözülemedi. Hıristiyan din adamları ve uleması, geçen 180 yıldan beri bizzat kendi yarattık­ları sorunu çözemediler. Bu mesele zamanla daha da karmaşık bir hal al­maya başlamıştır. Aralarında sayısız mezhep ve gruplar doğmuştur ki, ba­zıları birbirine tam zıt fikir, görüş, inanç ve felsefe taşımaktadırlar. Hıristiyanlarda ne kadar mezhep varsa o kadar tevhid kavramı doğmuş ve geliş­miştir. Bu mezheplerden bazıları birbirine kâfir ve dinsiz demeye başla­mışlardır. Kiliseler bölünmüş ve topluluk parçalanmıştır. Halbuki işin as­lına bakılırsa, Tevhid ile ilgili zorluğu, ne Allah ne de O’nun sevgili pey­gamberi Hz. Îsa (a.s.) yaratmışlardı. Bu belâyı Hıristiyanlar bizzat kendi başlarına açmışlardır. Zâten, bir yandan Allah’ın tek olduğunu kabul et­mek ve bir yandan üç tanrının bulunduğuna inanmak ve buna göre hareket etmek, çözülecek bir düğüm değildir. Bu düğüm yanlış anlama ve yanlış yorumlamadan kaynaklandığı için bu yanlış anlamaya son verilmelidir ve doğru yola gidilmelidir. Onlar, Hz. Îsa (a.s.) veya Ruhul Kuds’ün ulûhiyetini nazarı itibara almadan sadece Tek Allah’ı ilâh olarak kabul et­melidirler: Allah’ın herhangi bir ortağı olmadığını ve Hz. Îsa’nın sadece onun peygamberi ve elçisi olduğunu teslim etmelidirler. Hz. Îsa’ya her­hangi bir tanrısal sıfat ve isim yakıştırmamalıdırlar.

 Nasarâ Kelimesinin Tanımı

   Bazı kimselere göre, “Nasârâ” (Hıristiyanlar) kelimesinin kökü, Hz. Îsa (a.s.)’nın doğduğu yer olan “Nâsıra”dır. Fakat bu kelime aslında “Nus­ret” kökünden çıkmıştır. Bunun dayanağı, Hz. Îsa’nın şu sözleridir: “Men ensârî ilâhi (Allah’ın yolunda kimler benim yardımcılarım olacaktır) Hz. Îsa’nın bu sorusunu, şöyle cevaplandırmışlardı: “Nahnu Ensâr-Ullâhi” (Biz Allah’ın işinde (size) yardımcı olacağız). Hıristiyan yazarlar yalnızca yüzeysel benzerliğe bakarak, Kur’ân-ı Kerim’de “Nasârâ” kelimesinin, “Nasıriyye veya Nâsırî’den kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. Hıristiyanlı­ğın ilk yıllarında Nasıriyye (Nazarenes) adında bir mezhep vardı. Buna mensup olanlara hakaretle Nasırî ve Eybûnî denilirdi. Hıristiyan yazarlar, Kur’ân-ı Kerîm’in bu mezhep veya grup için kullanılan ismi bütün Hıristiyanlara atfettiğini yazmışlardır. Fakat Kur’ân-ı Kerîm, bizzat Hıristiyanla­rın kendilerine “Nasârâ” dediklerini beyan ediyor (Âl-i İmran: 52). Ayrıca, Hıristiyanlar hiçbir zaman kendilerine “Nasırî” dememişlerdir.

Şurada şunu da belirtelim ki, Hz. Îsa (a.s.) kendisine tâbi olanlara hiçbir zaman “Hıristiyan” veya “Mesihi” ismini vermemişti. Zira, Hz. Îsa kemli adına mensup olan yeni bir dîn’in temelini atmaya gelmemişti. Hz. Îsa’nın işi, geçmişte Hz. Musa (a.s.), ondan önce ve ondan sonra gelen bü­tün peygamberlerin davetini ve mesajını tekrarlamasıydı. Hz. Îsa’nın vaaz ettiği din her zamanki gibi aynıydı. O sadece bu dinin unutulan talimatını yenilemeye ve tekrarlamaya gelmişti. Bundan dolayıdır ki, aralarında doğduğu İsrail oğullarının dışında herhangi bir cemaat kurmaya teşebbüs etmedi. Ayrıca Musevî şeriatından başka bir şeriat da icat etmedi ve buna ayrı isim vermedi. Zâten Hz. Îsa’nın ilk havari, ve arkadaşları kendilerini İsrail oğullarından ayrı saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar ayrı bir ce­maat veya ayrı bir ümmet olarak belirmediler. Kendilerine bir takım ayrı­calık veya belli özellikler yakıştırmadılar. Hz. Îsa’nın dinini kabul edenler diğer Yahudiler ile birlikte Kudüs’teki Büyük Mabed’e ibadete giderlerdi ve kendilerinin Musevî şeriatına bağlı olduklarını belirtirlerdi. (Bk: Kitab­ul A’mâl, 3: 1-10, 14-15,1.5,21-22).

 Hıristiyan’ların, Yahudi’lerden Kopması

   Bundan sonra Hıristiyanlar ile İsrail oğulları veya Yahudilerin birbirin­den kopması hızla gerçekleşti. İki taraf da bu kopuş ve ayrılışı vazgeçil­mez hale getirdi. Bir yandan, Hz. Îsa’ya tâbi olan cemaat’ten Aziz Paul, Hz. Musa’nın şeriatından kendilerini azâd etti ve sadece Hz. Îsa’ya iman etmenin âhirette kurtuluşları için yeterli olduğunu ilân etti. Diğer yandan, Yahudi din adamları, ulema ve kâhinler Hz. Îsa’ya tâbi olanların tümünün Allah’ın yolundan sapmış olduğunu, mürted ve dinsiz olduğunu belirterek bunları, İsrailoğulları veya Yahudi topluluğundan ihraç ettiler.

Fakat, Hz. Îsa’ya tabi olanların Yahudi topluluğundan ayrılmasına rağmen, ilk dönemlerde kendisine mahsus hâlâ herhangi bir ismi yoktu. Bizzat Hz. Îsa’ya tabi olanlar bu dönemlerde kendilerine bazen “talebe” veya “öğrenci” (şâkird) ve bazen “kardeşler”, “mü’minler” ve “mukaddes ‘ olanlar” demişlerdir. (Bk: Kitab-ul A’mâl). Buna mukabil, Yahudiler bun­lara hakaret kastıyla bazen “Galîlî ve bazen “Nasırîlerin bid’ate kapılmış fırkası”, derlerdi. (Bk: Kitab-ul A’mal, 25: 5, İncil, Luka, 13: 2). Hıristiyanlara verilen bu hakaret dolu isim, Hz. Îsa’nın doğum yerinin, Filistin’in Galile bölgesinde bulunan Nasıra şehri olduğu için uygun görülmüştü. Fa­kat bu alaylı isimler fazla tutmadı ve Hz. Îsa’ya tâbi olanlar bu isimlerle meşhur olmadılar.

 

 Hıristiyan Adı Nasıl Doğdu?

   

Bugün dünyaca bilinen ve kullanılan Hıristiyan (Mesîhi) kelimesinin mûcidî Antakya’lı müşriklerdir. Antakya’lı müşrikler ilk defa M.S. 43-44 de bu ismi, Hz. Îsa’nın taraftarlarına taktılar ve bu isim o zamandan beri geçerli sayıldı. İncil ve diğer tarih kitaplarındaki kayıtlara göre, Aziz Paul ile Barnabas, Antakya yöresine gelip dinlerini vaaz etmeye başladıkları sı­rada, kendilerine karşı çıkan müşrikler tarafından alaylı olarak “Hıristiyan” olarak çağırılmaya başlandılar. (Kitâb-ul A’mâl: 11-26). Hz. Îsa’ya tabi olanlar tabii ki bu isimle çağrılmak istemiyorlardı, ama bu isim gittikçe yaygınlaşınca onların büyükleri de bunu benimsemekte mahzur görmedi­ler. Nitekim, din adamları ve uleması halkı şöyle teskin etmeye çalıştı: “Eğer sizin düşmanlarınız, sizin Hz. Îsa’ya bağlı olduğunuzu belirtmek amacıyla size Mesihi (Hıristiyanlar) diyorlarsa, bunda utanılacak ne var?” (I- Peter, 4: 16). Sözün kısası, Hz.Îsa’nın havarileri ve ona tabi olanlar ya­vaş yavaş bu isme alıştılar ve kendileri de bunu kullanmaya başladılar. Zamanla, bu kelimenin alaylı tarafı da unutulmuş oldu.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Îsa’ya tabi olanlara hiçbir zaman “Hıristiyan” denilmemiştir. Aksine, onlara “nasârâ” oldukları ve Hz. Îsa ile Havarileri arasında şu sözlerin geçtiği hatırlatıl­mıştır. “Îsa, kavminde küfrü hissettiğinde: ‘Bana, Allah için yardımcı kim­dir?’ dedi. Havariler, ‘Allah’ın yardımcıları biziz. Müslüman olduğumuza şahid ol.” (Âl-i İmrân: 52). Yani, Kur’ân’a göre Hıristiyanlar, hakikî manâda “nasârâ” veya “ensâr” (yardımcı) dırlar. Fakat ne gariptir ki, Hıristiyan misyonerleri ve diğer kimseler kendilerini, Kur’an-ı Kerîm’in, “Hıristiyan” gibi aslında alaylı ve zâta mahsus bir isim yerine “nasârâ” gibi tari­hi ehemmiyeti haiz nisbeten daha kibar bir adla çağırdığına kızıyorlar.

 

 

Şirk, Evliya ve Aziz’lere Tapınma Devri

 

   Hıristiyanlar, Hz. Îsa’dan sonra Tevhid mefhumunu zedelemekle kal­madılar, bir çeşit putperestliğe de başladılar. Bir tek Allah yerine üç Tan­rı’nın olduğunu sanan Hıristiyanlar, özellikle Katolikler, beşinci yüzyıla ge­lindiğinde şirke ve azizler ile mezarlara tapma hareketine başladılar. Bu dönemde Hz. Îsa’nın yakın arkadaşlarına, havarilere, azizler, evliyalar ve diğer pek çok şahsiyete tapılmaya başlandı. Kiliselere Hz. Îsa, Hz. Mer­yem ve havariler ile hurilerin putları yerleştirildi. Kehf sahipleri (Eshab-ı Kehf’nin ortaya çıkışından birkaç yıl önce, yani M.S. 431’de bütün Hıristiyan âleminin din adamları ve rahipleri Efes’te bir araya gelerek Hz. Îsa’nın ulûhiyeti ve Hz. Meryem’in “Tanrı’nın Anası” akidesini resmen kabul etti­ler. Kiliseler Konseyi tarafından oybirliğiyle alman bu karar, Hıristiyanla­rın resmi inancı hüviyetini kazandı. Bu tarihi göz önünde bulundurduğu­muz takdirde, Kur’ân-ı Kerim’in Kehf Sûresinin 21. âyetinde, “O sırada onlar aralarında bunların işini nizalaşıyorlardı” olarak bahsedilen zümre­nin, Tevhid’e inanmış ve doğru yolda olan Hıristiyanlara hâkim olan müş­rik, menfaatçi ve bozguncu grup olduğunu anlayabiliriz. O sıralarda Hıristiyan âleminin siyasî ve dinî iktidarı işte bu sapık ve çıkarcı kimselerin el­lerinde idi. Bunlar şirkin bayraktarıydılar ve halkın umumî arzusuna aykı­rı olarak Kehf sahiplerinin bir türbesini inşa edip, bir mâbed haline getir­mek istiyorlardı.

Bugünkü Hıristiyanlık ve Aziz Paul

 

   Hz. Îsa’ya tabi olanlar önceleri kendisinin sadece Allah’ın peygamberi olduğunu biliyor, Musevi Şeriatına göre hareket ediyor ve akideler ile talimat ve ibadetler bakımından kendilerini Yahudiler veya İsrail oğulla­rından ayrı saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar ile Yahudiler arasında sa­dece bir fark vardı: Bunlar Hz. Îsa’nın peygamberliğine iman etmişken, Yahudiler O’nun peygamberliğini tanımıyorlardı. Fakat bundan sonra, Hıristiyanlar ile Yahudilerin yolları gittikçe ayrıldı.

Aziz Paul, Hz. Îsa’ya tabi olanların cemaatine girdikten sonra yeni di­ni yaymak için türlü türlü tedbirlere başvurdu. Aziz Paul, Romalılar Yu­nanlılar ve Yahudi olmayan diğer milletleri de Hıristiyanlar arasına katmak istedi ve bu amacı elde etmek için, Hz. Îsa’nın getirdiği dinden tamamıyla farklı bir dini yaymaya başladı. Bu din temel yapısı akide ve inançlar ile ibadetler bakımından, Hz. Îsa’nın getirdiği dinden çok farklıydı. Gerçek şu ki, Aziz Paul hiçbir zaman Hz. Îsa’nın yakın dostu ve arkadaşı olmamıştı. Tam aksine O’nun muhalifi ve düşmanıydı. Paul, Hz. Îsa’nın vefatından sonra da birkaç yıl O’na tabi olanlara düşmanlık etti. Fakat daha sonra bu dini cemaate girip kendine göre yeni bir din icad etmeye başlayınca kendi yaptıklarının lehinde Hz. Îsa’nın hiçbir söz ve fiilini örnek almadı ve sade­ce kendi inanç, düşünce ve ilhamlarını temel olarak kabul etti. Bunu ya­parken başlıca amacı, dini herkes tarafından hoş görülür ve kabul edilebilir hale getirmesiydi. Aziz Paul, ne olursa olsun, bu dini Yahudilerin dışın­daki diğer milletlere de kabul ettirmeye kararlıydı. Bu hedefe varabilmek için Hıristiyanların, Musevî veya Yahudi şeriatından kopmalarını sağladı. Bir Hıristiyan’ın Yahudiliğin her türlü sınırlama, kısıtlama ve vecibelerin­den âzâd olduğunu ilân etti. Dolayısıyla, yemek ve içmek konusunda her türlü haram ve helâl ayırımını ortadan kaldırdı. Yabancıların, yeni dine girmekten çekinmelerine sebep olan “sünnet” ananesine de son verdi. Bu­nun yanı sıra, Hıristiyanlık’ta şirki ilk başlatan da Aziz Paul oldu. Nitekim Hz. Îsa’nın ulûhiyetini ortaya attı. O’nun Allah’ın oğlu olduğunu iddia etti ve çarmıha gerilmek suretiyle Âdem oğullarının bütün günahlarının kefaretini ödediğini de öne sürdü. Müşrik kafalara böyle bir mizansen çok elverişliydi ve onlar kitleler halinde Hıristiyanlığı kabul etmeye başladılar. Hz. Îsa’nın ilk havarileri ve en yakın arkadaşları bu batıl inanç ve bida’tlere şiddetle karşı koymaya çalıştılar, ama güçleri yetmedi. Aziz Paul’un din ile ilgili yeni kaide, kural ve inançları, halk kitlelerine çok cazip geldi. Çünkü gevşettiği bağ ve kaldırdığı sınırlar eskiden, hem Hıristiyanlara hem Hıristiyan olmayanlara çok ağır geliyordu. Bunlar ortadan kalkınca diğer milletlerden İnsanlar akın akın Hıristiyanlığa girmeye başladılar. Fakat her şeye rağmen üçüncü yüzyıla kadar Hz. Îsa’nın ulûhiyetine karşı çıkan pek çok Hıristiyan vardı.

 Aziz Paul’un İnançlarının Yayılışı

 

   Ancak dördüncü yüzyılın başında, yani 325’te İznik’te (Nicaea) kuru­lan Kilise Meclisi, Aziz Paul’un Hıristiyanlıkla ilgili ortaya koyduğu um­deleri resmen kabul etti. Böylece, Hıristiyanlık resmen ayrı bir din halini aldı. Daha sonra Roma İmparatorluğu da bu dini kabul etti ve İmparator Theodosius zamanında bütün imparatorluğun resmi dini Hıristiyanlık olu­verdi. Bundan sonra, gayet doğal olarak, Aziz Paul’un umdelerine aykırı olan bütün kitap ve eserler gayri meşrû ilân edilerek imha edildi. Sadece Aziz Paul’un akide, umde ve sistemine uygun olan eserler mu’teber ve gü­venilir sayıldı ve bunlara dokunulmadı. Miladî 367’de Athanasius’un bir mektubuna göre geçerli ve güvenilir kitapların ilk mecmuası hazırlandı. Toplanan bu kitaplar Miladî 382’de Papa Damasius’un başkanlığında top­lanan Kilise Meclisi tarafından onaylandı. Milâdi beşinci yüzyılın sonları­na doğru Papa Gelasius sadece bu kitapların meşru, muteber ve güvenilir olduğunu tasdik etmekle kalmadı, aynı zamanda, mu’teber ve meşru olma­yan kitapların listesini de hazırladı. Ne var ki, bu ayırım Aziz Paul’un inanç ve öğretilerine göre yapılmıştı. O inanç ve öğretiler ki, bunları Hz. Îsa’nın talimatı arasında bulmak hiç de mümkün değildir. Hatta, Aziz Paul’un işareti üzerine hazırlanan İncillerde de yer alan Hz. Îsa’nın sözlerin­de bile bu umdeler yoktur.

 

Ruhbanlığın Ortaya Çıkışı ve Sebepleri

 

Hz. Îsa’nın vefâtından sonra 200. yıla kadar Hıristiyanlar, ruhbanlık di­ye bir şey bilmezlerdi. Ne var ki, Hz. Îsa’dan sonra O’nun talimatını tahrif ederek ortaya yepyeni bir din çıkaran kimseler ruhbanlık geleneğinin de temelini atmışlardı. Hıristiyanlık, kendi tahrif edilmiş şekliyle ruhbanlığın mikroplarını taşıyordu. Ruhbanlığın ortaya çıkmasını sağlayacak düşünce ve görüşler bir kerre bu dine girmişlerdi. Her şeyi terk edip bir köşeye çe­kilmeyi ideal ahlâk’ın bir parçası olarak saymak ve izdivaç ile diğer dün­yevi işlerde dervişliği tercih etmek zâten ruhbanlığın çekirdeğini oluştur­maktadırlar. Bu tür düşünce ve görüş, tahrif edilmiş olan Hıristiyanlıkta başından beri vardı. “Tecerrüd” (dünya işlerinden ayrılmak), “takaddüs” (kutsallık)’e eşit sayılıyordu. Bu sebeple kiliselerde dini vazifeleri yerine getirmekle yükümlü olanların evlenmeleri, çoluk çocuğa karışmaları ve dünya işleriyle uğraşmaları hoş karşılanmıyordu. Böylece, Üçüncü yüzyı­la kadar bu mesele bir fitne halini aldı ve ruhbanlık bulaşıcı bir hastalık gibi bütün Hıristiyan dünyasını sardı.

Üç Sebep

   Hıristiyanlıkta ruhbanlığın gelişmesinin üç büyük tarihi sebebi vardı:

Birincisi, eski çağların müşrik toplumunda seks, fuhuş, ahlâksızlık ve dünya sevgisi aşırı bir seviyeye yükselmişti. Buna karşı koymak için Hıristiyan uleması ılımlı olmak yerine aşırı bir yol benimsediler. Hıristiyan din adamları ve uleması namus ve iffet üzerinde o kadar durdular ki, nikâh şeklinde olsa dahi, bizzat erkek ile kadın arasındaki temas ve birleş­menin cenabetli ve pis bir iş olduğunu ilân ettiler. Bu dinî çevreler dünya sevgisine karşı o kadar sert bir tepki gösterdiler ki, dindar kişilerin dünya­nın herhangi bir nimetinden faydalanmaları imkânsız hâle geldi. Güzel ahlâk’ın ölçüsü, bir insanın müzmin bekâr kalması ve her bakımından dünyayı terk etmesi oluverdi. Aynı şekilde, insan toplumunun diğer bazı münasebet ve zevklerine karşı da bazı tedbirler alındı ve her türlü zevk, haz, keyif ve lezzet’i terk etmek, nefsi öldürmek, arzu ve istekleri bastır­mak yüksek ahlâkın hedefleri haline geldi. Yine aynı şekilde, türlü türlü yollarla vücuda eziyet vermek, ruhanilik ve ermişliğin delili ve kemâli ha­line geldi.

İkincisi, Hıristiyanlık gittikçe halk kitleleri tarafından kabul edilmeye başlayınca, azizler, din adamları ve kiliseler, kendi dinlerini mümkün ol­duğu kadar geniş halk kitlelerine yaymak hevesiyle herkesin alıştığı kötü inanç ve huylarını da olduğu gibi kabul etmeye başladılar. Havariler ve azizlere tapma, putperestliğin başka bir türü olarak zuhur etti. Horus ile İsis’in putları yerine Hz. Îsa ve Hz. Meryem’in putlarına tapılmaya başlan­dı. Saturnalia’nın yerine Noel bayramı kutlanmaya başlandı. Eski çağlarda yaygın olan yıldızlara göre fal bakma, falcılık, zikir, muska ve hortlakla cinlerin kovulması için özel dua ve merasimler, Hıristiyanlar arasında yeni­den makbul oldu. Bunun gibi, halk arasında, pasaklı, bakımsız, aç, açıkta ve çıplak olan bir kimsenin derviş, veli ve ermiş kişi olduğu inancı da yaygın olduğu için Hıristiyan kilisesinin din adamlarının bir bölümü de bu yolu seçti. Bu gibi insanların “kerâmet”leri ile ilgili hikayeler çoğaldı ve hatta bu konuda birçok kitaplar yazıldı.

Üçüncüsü, Hıristiyanlarda dinin gerçek sınırlarını tâyin edecek güveni­lir ve muteber şeriat veya sünnet diye bir şey yoktu. Hıristiyanlar Musevi şeriatını zâten bırakmışlardı ve İncil kendi başına mükemmel ve geniş kapsamlı bir talimatnâme değildi, veya en azından öyle sayılmıyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, Hıristiyan uleması, gerek kendi dinlerinin dışındaki toplumlar ve filozofların etkisiyle, gerekse kendi yanlış tutum ve eğilimle­ri neticesinde her türlü bid’ate kapıları açık bıraktılar. Bu, çeşitli bid’atler­den biri de ruhbanlıktı.

Ruhbanlığın Kaynak ve Öncüleri

   Hıristiyan dininin ulema ve din adamları, ruhbanlığın felsefe ve uy­gulamasını, Budizm’in rahipleri, Hindu dininin fakirleri ile eski Mısır’ın münzevi hayat yaşayanları, İran’ın manvileri ve Phlaton (veya Philatinus) un müşrikleri’nden esinlenerek almışlardı. Hıristiyanlar bunu nefsin temiz­lenmesi, ruhanî bakımdan yükselme ve Allah’a yaklaşmanın bir yolu ola­rak görüyorlardı.

Bu yanlışlığı yapanlar öyle sıradan İnsanlar değildi. Bu işi yapanlar, Miladî üçüncü yüzyıldan yedinci yüzyıla kadar (yani Kur’ân-ı Kerim’in inişine kadar) gerek Doğu’da gerekse Batı’da Hıristiyanlığın en önde gelen simaları, en muhterem şahsiyetleri ve dinî liderleri meselâ Aziz Athanasius, Aziz Basil, Aziz Gregory, Aziz Nazlanzin, Aziz Kreisosem, Aziz Ambross, Aziz Jerom, Aziz Augustin, Aziz Benediet, ve Büyük Gregoryidiler. Bunlar, kendileri rahip olup, ruhbanlığın en büyük savunucuları idi­ler. İşte bu dini liderler Kilise’de ruhbanlığın başlaması ve yayılmasının öncülüğünü yaptılar. 

 

 İlk Rahip ve İlk Manastır

   

Tarih’te Hıristiyanlar arasında ruhbanlığın ilk önce Mısır’da başladığı kayıtlıdır. Ruhbanlığın kurucusu Aziz Anthony idi. Miladî 250’de doğan ve 350’de ölen bu din adamı, Hıristiyanlığın ilk rahibiydi. Aziz Anthony, Feyyum bölgesinin, bugün Deyr-ul Meymûn olarak bilinen Pespir mevki­inde ilk manastırı kurdu. Aynı rahip, ikinci manastırı Kızıldeniz kıyısında kurdu ki, bugün Deyr-i Mâr-Antonios olarak bilinmektedir. Hıristiyanlıkta ruhbanlığın temel felsefe, inanç ve talimatı onun tarafından geliştirilmiş­tir.

Aziz Anthony’nın başlattığı bu hareket Mısır’da çığ gibi büyüdü, ve kısa bir zamanda ülkenin her tarafında rahip ve rahipler için manastırlar kurulmaya başlandı. Bu manastırlardan bazıları o kadar büyüktü ki, bazen bir yerde üç bine yakın rahip ve rahibeler oturabiliyorlardı. Milâdi 325’te yine Mısır’da bir Hıristiyan aziz Pakhomius ortaya çıktı. Bu aziz, rahib ve rahibelerin oturmaları için 10 adet büyük manastır inşa ettirdi. Bundan sonra manastır furyası. Suriye, Filistin ve Afrika ile Avrupa’yı da sardı. Kilise düzeni ilk önce ruhbanlık ile ilgili olarak önemli bir çıkmaza girdi. Çünkü din adamları ve Kilise, dünyayı terk etme, toplumdan kaçma ve fa­kir bir hayat sürmeyi, ruhanî bir yaşantı için ideal olarak kabul etmesine rağmen, rahipler ile rahibelerin dışında diğer insanların evlenmeleri, çoluk çocuklara karışmaları ve mal-ü mülke sahip olmalarını yasaklama hak ve selâhiyetine sahip değillerdi. Fakat bu çıkmazdan kurtulmanın bazı çarele­ri arandı ve bazı hususlarda uzlaşma sağlandı. Özellikle, Aziz Athanasius, (M. 373’de öldü), Aziz Basil (379’da öldü) Aziz Augustin (430’te öldü) ve Büyük Gregory (609’de öldü)’nin vaaz ve telkinleri sayesinde ruhbanlık, Kilise’nin müstakil ve ayrılmaz bir müessesesi olarak şekillenmiş oldu.

 Ruhbanlık Sisteminin Ayrıntıları

 

   Hıristiyanlık’taki ruhbanlık bid’atinin bazı özellikleri aşağıda belirtil­miştir:

1) Ruhban sınıfının ilk özelliği, çeşitli dini ibadet, murakabe ve çile­ler ile insan vücuduna eziyet vermekti.

2) Hıristiyan Ruhban sınıfı ve rahiplerinin ikinci hususiyeti pis, pasak­lı ve kirli olmalarıydı. Rahip ve rahibeler temizlikten kaçınırlardı. Yıkanma ve vücudu su ile temizlemek, onlara göre Allah’a tapma ve O’nu sev­me geleneğine aykırıydı. Vücut temizliğini, ruhun cenabeti olarak görür­lerdi.

3) Bu ruhbanlık, evlilik hayatına ağır bir darbe indirdi ve nikâh bağ­larını kesip attı. Hem de bu işi çok merhametsizce yaptı. Miladî dördüncü ve beşinci yüzyılda kaleme alınmış olan eserlerde ana fikir olarak bekârlık, cinsel ilişkiden kaçınma, meşrû izdivaçtan uzaklaşma ve bir kö­şeye çekilme en güzel ahlâki değer şeklinde işlenmiştir. İffet ve namusun anlamı, her türlü cinsî münasebetler, hatta karı-koca arasındaki meşru iliş­kilerden uzaklaşma olarak yorumlanmıştır. Temiz bir hayat, bir kişinin kendi nefsini öldürüp, her türlü bedensel zevki yok etmekle eşdeğer tutul­muştur. Rahip ve rahibelere göre, arzular ve istekler ile heveslerden ka­çınma ve bunları kontrol altında tutma, insanın içindeki vahşeti zararsız hale getirme amacını taşıyordu. Arzu, istek ve ihtiraslar yok edilince insa­nın içindeki hayvanî istek ve arzular da ortadan kaldırılmış oluyordu. On­lara göre zevk ve günah aynı anlam taşıyorlardı. Hatta neşelenmek dahi, Allah’ı unutmak anlamına geliyordu. Aziz Basil gülmeyi ve gülümsemeyi bile yasaklamıştı. İşte bu noktadan hareketle, ruhban topluluğu içinde er­kek ile kadın arasındaki normal evlilik ilişkileri de yasaklanmıştı. Bir ra­hip için evlenmek şöyle dursun, bir kadının yüzüne bakması bile yasak­landı. Eğer bu rahip önceden evliyse, karısını terk edip kendisini tama­mıyla dine vermesi öngörüldü. Erkekler gibi kadınlar da, erkeğe yaklaş­mamaya, onlarla ilişki kurmamaya teşvik edildi. Allah’ın göklerdeki ve yerdeki saltanatında iyi bir yere sahip olabilmeleri için bakire ve bekâr kalmaları, evliyseler kocalarını bırakmaları tavsiye edildi. Aziz Jerom gibi önde gelen bir Kilise adamı, Hz. Îsa için rahibe olup, ömür boyu bekâr ka­lan bir kadının aslında Hz. Îsa’nın gelini ve o rahibenin annesinin tanrı, yani Hz. Îsa’nın kaynanası olma şerefine nail olduğunu beyan etmiştir. Aziz Jerom bir başka yerde şöyle demiştir: “İffetin baltasıyla evlilik ilişki­si denilen ağacı kesmek, sâlik’in ilk vazifesidir”. Bu dinî vaaz ve telkin­ler yüzünden kendisini dine adayan ve rahip ya da rahibe olmaya karar veren bir Hıristiyanın ilk önce evliliği temelden sarsılmış ve zedelenmiş oluyordu.

Kilise düzeni, yaklaşık 300 yıl bu aşırı fikir ve görüşlere karşı şöyle ya da böyle direndiyse de, daha sonraki devirlerde fanatikler ve katı kural­ları benimsemiş ve uygulamaya kararlı olan aziz ve din adamlarına yenik düştü. Miladi 4. yüzyılda Kilise’de dini vazife ve hizmetlerde bulunan kimselerin evlenmeleri ve evlilik hayatı sürmeleri son derece pis ve kötü bir olgu olarak kabul edildi. Nitekim, Milâdi 362’de Gengra’da toplanan Kilise Meclisi, izdivaçla ilgili her türlü düşünceleri yasakladı ve dine ay­kırı saydı. Bundan kısa bir süre sonra 386’da Roman Synod bütün papaz ve rahiplerin evlilik bağlarını koparmalarını istedi. Ertesi yıl ise, Papa Siricius bir genelge yayınlayarak, evlenen veya evli olduğu takdirde karısıy­la cinsî münasebetlerini sürdürmekte olan bir papazın görevinden alınaca­ğını ilân etti.

4) Ruhbanlığın en acımasız ve kötü tarafı, ana-baba, kardeşler ve evlâtlar arasındaki ilişkileri de baltalaması oldu. Hıristiyan veli ve azizle­rin gözünde anne-baba’nın evlâtları, kardeşlerin kardeşleri ve evlâtların anne ve babaları için sevgi ve şefkatleri da birer günahtı. Onlara göre, ruhanî ve manevî terakki ile saadet için bütün bu ilişkilerin kesilmesi şart­tı. Hıristiyan ruhbanlarının felsefesine göre, Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak isteyen bir kimsenin dünyada anne-babaları, kardeşleri ve evlâtlarıyla olan bütün münasebetlerini ve akrabalıklarıyla dostluklarını terk etmesi elzem idi.

5) Ruhban sınıfının, en yakın akrabalarına karşı katı ve acımasızca davranmaya zorlandıkları için, zamanla bütün insancıl düşünce ve duygu­ları da kaybolup gidiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, dini konularda ken­dilerine muhalefet edenler ve din düşmanlarına karşı, kin, nefret ve mer­hametsizliğin en çirkin ve dehşet verici örneğini verirlerdi. Dördüncü yüz­yıla kadar Hıristiyanlık’ta 80-90 mezhebin doğmasını bu katı, acımasız ve nefret dolu tavır ve muamelelere bağlayabiliriz. Aziz Augustin kendi dö­neminde 88 mezhep olduğunu belirtmiştir. Bu mezhepler birbirine karşı son derece kırıcı ve acımasızca bir tutum için de idiler. Bu mezhepler ara­sındaki nefret ateşini yakan ve körükleyen de yine rahip ve din adamlarıy­dılar. Bu dönemde karşıt mezhep ve grupta olanların en merhametsiz ve vahşi yollarla işkence edilmeleri, ezilmeleri, öldürülmeleri ve diri yakıl­maları çok yaygındı. Bu dini kavga ve çatışmaların en büyük merkezi Mı­sır’ın İskenderiye şehriydi.

6) Gerçi ruhban sınıfı için dünyanın her zevki ve bütün insanî ilişki­leri günâh ilân edilmiş ve yasaklanmıştı. Ancak para hırsı ve zenginliğe karşı herhangi bir sınırlama getirilmedi. Bir yandan fakir, kalender ve kö­şeye çekilmiş bir yaşantı teşvik ediliyor ve öğütleniyordu, ama bir yandan da rahipler ve din adamlarının servet toplamaları serbest bırakılmıştı. Ni­tekim, Miladi beşinci yüzyılın başında Roma piskoposu krallar gibi bir sa­rayda rahat ve lüks bir hayat yaşıyordu. Bu rahip dışarıya çıktığı zaman et arabaları ve hizmetçilerinin alayı, tantana ve gösteriş bakımından imparator’unkinden hiç de az olmazdı. Yedinci yüzyıla kadar ise kiliselere ve manastırlara servet akımı bütün sınırları aşmıştı. Ruhban sınıfı arasında servet ve zenginliğin artmasının başlıca sebebi çok sayıda sahte kimsele­rin gerçek rahipler ile din adamlarının safına katılmalarıydı. Rahipler ise azizlerin büyük fedakârlık, cefakârlık ve tevekküllerinin neticesinde halk kitleleri kendilerine aşın derecede saygı ve bağlılık göstermeye başlayın­ca pek çok dünyacı, maddeci ve menfaatçi gruplar rahip ve rahibeler arası­na karışıp dört elle mal-ü mülk toplamaya başladılar. Bu sahte kişiler bazı samimi, iyiniyetli ve fedakâr rahip ve din adamlarının karakterlerinin de bozulmasına sebep oldular.

7) İffet ve namus konusunda da ruhbanlık, tabiat ve insanın içgüdü ve diğer doğal istek ve arzularına karşı ilân ettiği savaşta da defalarca yenil­giye uğramıştır. Manastırlarda bazı ibadet, merasim ve murakabe ile zikir­lerin, rahipler ile rahibeler tarafından beraberce yapılması gerekiyordu. Bu sebeple, rahipler ile rahibelerin beraber yaşamaları olağan bir hale gel­di. Aralarındaki temas, aşırı rahiplik hayatı yüzünden bastırılmış olan şehvanî istek ve duygularını kamçılıyordu ve dolayısıyla, aralarındaki cinsî ilişkiler çok yaygın bir hal aldı. İbadet ve zikir, yataklarda yapılma­ya başlandı! Zaten insan tabiatı, kendisine karşı gelen ve savaşanlardan acı ve intikam alır. Ruhbanlık, insan tabiatıyla savaşmakla öylesine bir çukura düştü ki, sekizinci yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar Hıristiyanlığın tarihi, insanlık tarihinin kara bir lekesi olarak kalmıştır. Orta çağlarda ka­leme alınmış olan eserlerde, kilise ve özellikle rahibelerin oturdukları ma­nastırların birer genelev haline geldiğinden yakınılmıştır. Bu manastırlar­da gayri meşru çocukların doğmaları ve öldürülmeleri bir salgın halini al­mıştı. Ayrıca gerek rahipler, gerekse sahibeler arasında homoseksüel iliş­kiler ve diğer ahlâksızlıklar alabildiğine yayılmıştı.

  • Grey Instagram Icon
  • Grey YouTube Icon
  • Grey Facebook Icon
bottom of page